TÜRKİYE - AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ 'Avrupa Birliği'ni Tanıyalım'
Uzun zamandan beri ülke gündeminden düşmeyen Avrupa Birliği(AB) ile olan ilişkilerde halen somut sonuçlara ulaşılamamış olması oldukça düşündürücü. Yatıyoruz kalkıyoruz AB ile. Her şeyimiz AB'ye endeksli hale geldi neredeyse. Ama nedense, Türkiye Cumhuriyeti lehine bir arpa boyu bile yol alınamıyor. Sizce de garip değil mi? Bunun üzerine; AB'yi, genel hatlarıyla önce bir anlatmak, sonra da Türkiye-AB İlişkileri'nin seyrini şöyle bir ortaya koymak geldi içimden. Olay, 1958 yılında kurulan Avrupa Ortak Pazar'ına kadar uzanır. Ardından, 1964 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu(AET) oluşturulmuştur. Üyelik için ilk başvuran ülkelerden birisi de Türkiye'dir. 1990'lı yıllara gelindiğinde ise; bu isim, Avrupa Birliği ( AB ) adını almıştır. AB ile yürütülen yaklaşık 50 yıllık ilişkilerimizde; adeta, havanda su döğülmüştür. Hep bizden bir şeyler istenmiş ve alınmış, ama karşılığında bize hiçbir şey verilmemiştir. Buna, söz verilenler de dahildir. Her defasında sudan bahaneler çıkarmışlar karşımıza. Çoğunlukla ağzımıza bir nebzecik pekmez sürüp savuşturmuşlar bizi. Siyasi iktidarlar, AB üyesi olabilme hayaliyle yanıp / tutuşmuşlar. Tam küçücük bir hedefe yaklaşıldı derken; bir başka engel konulmuş masaya. Bu oyalamalarla, 1995'li yıllara gelindiğinde; Gümrük Birliği Antlaşması taslağı konmuş önümüze. Bizimkiler, ne olduğunu yeterince anlayamadan attırıvermişler imzayı anlaşmanın altına. Tabi bunu zorla yaptırmamışlar. Ancak, dönemin siyasi iktidarı, ihtiraslarının kurbanı olup, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin onayını dahi almaksızın, imzalayıvermiş Gümrük Birliği Anlaşması'nı. Adı geçen iktidar, hiç düşünmemiş ki; söz konusu anlaşmanın, TBMM'nin onayından geçirilmemiş olması münasebetiyle geçerliliği bulunmayacağını. Yani, Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye açısından yasal değildir. Bunca debelenmenin içinde, Türkiye'deki siyasi iktidarların yeterince ve gerektiği şekilde duyarlı davranamadığını, aksine siyasi ihtirasları ön plana çıkardığını fark eden emperyalistler; fincancı katırlarını ürkütmemek amacıyla, Aralık-2004'te, bir yıl sonrasını, yani 3 Ekim 2005 tarihini Müzakerelere Başlama Tarihi olarak vermişlerdir. 'Aman efendim! Bu ne büyük bir zafer!' Ülkede bayram havası estirilmiştir. Başbakan ve Müzakerelere Başlama Tarihi alabilme görüşmelerini sürdüren heyetin Ankara'ya gelişinde, Ankara Büyükşehir Belediyesi'nce, Kızılay meydanı bayraklarla süslenmiş, davullar çalınmış, balonlar uçurulmuş, bir yığın tantana ve şamatalar yapılmış yani kendilerince zafer havası estirilmeye çalışılmıştır. Çok geçmeden gerçekler anlaşılmış ve iktidarın şapkası öne eğilmeye, kel görünmeye başlamıştır. Daha bu olayların sıcağı soğumadan, 17 Aralık 2004'teki Brüksel zirvesinde ise, Ek Protokol olarak bilinen dayatma belge getirilmiş önümüze ve Türk Hükümeti olarak tereddütsüz imzalamışız. Siyasi iktidar, Brüksel zirvesinde, Türk Ulusu'na yakışan dik duruşu yani onurlu tavrı ortaya koyamamıştır. Eğer, gelişmelerin seyri karşısında Halkın görüşüne başvurulabilseydi; bugün meydana getirilmiş ve içinden çıkılmaz durumlarla uğraşmak zorunda kalınmayacaktı. Ama, maalesef bu yöntemi denememişlerdir bile. Bu noktada, konu hakkında fikir sahibi olanlarımızdan bir kısmı, doğruları halka anlatmaya çalışmışlar. Başkaları ise; yani günümüzün Ali Kemal'leri, diğerlerini adeta yalanlayarak, işin doğrusunun, 'her ne pahasına olursa olsun', kesinlikle AB üyesi olmak olduğunu ısrarla vurgulamışlar. Halkımız da; haklı olarak, bu iki ayrı fikir arasında daha çok şaşkınlığa düşmüştür. Çoğunluğumuz, bavulumuzu kaptığımız gibi, ver elini Roma, Paris, Londra, Viyana gibi bütün Avrupa'yı serbestçe liman / karaman dolaşabileceğimiz hayallerine kapılmıştır. Heyhat! Buzdağının, suyun altında da önemli bir kısmının bulunduğunun fark edilmesi pek uzun sürmemiştir. Siyasi iktidarı derin düşünceler sarmaya başlamış. Bir koyup üç almayı hesaplarken; şimdi yüz yüze olduğu AB Dayatmaları'nı, nasıl yenilir yutulur bir hale getirip de halka anlatacağının hesaplarını yapmaya koyulmuştur. Hamasi nutuklar gitmiş, yerini endişeler almıştır. Özellikle Başbakan'ın, zamanla kabadayılaşmaya varan tarzda söylemleri doldurmuştur gündemi. Tabii bu tür popülist çıkışlar iyi alkış almış, ama sorunu çözmek şöyle dursun; gerçekleri gizlemeye dahi yetmemiştir. Aslında, sözü edilen AB Dayatmaları, pek hazmedilebilen cinsten de değildir zaten. Bu dayatmaların esası, yıllardır üzerinde tartışılan ve hassasiyetimiz olan konulardır. Ki, AB bunları, biraz diplomatik ve kibar ifadeyle söylemeye çalışmaktadır. Türk Ulusu olarak; bölgemizdeki konumumuz itibariyle; herkeslerin gözü üzerimizdeyken, dikkatli olmaktan öte, emperyalizmin muhtelif Bizans oyunlarına karşılık, sürekli teyakkuz halinde bulunmak gibi bir durumdayız. Aksi halde, Atatürk'ün, yıllar öncesinden ifade ettiği gibi; iç ve dış güçler, bizi parçalama emelleri için alenen düğmeye basmakta, hatta gerekli adımları ivedilikle atmakta bir an bile tereddüt etmeyeceklerdir. Avrupa Birliği'nin bizden istediği nedir? Ne yapmaya çalışılmaktadır? Sözü dolandırmadan söylemek gerekirse; Özetle, kayıtsız şartsız tam sömürge olmayı kabullenmemiz istenmektedir. Amaçları, Lozan Antlaşması ile kaybettiklerini bir şekilde yeniden elde etme gayretinden başka hiçbir şey değildir. Türkiye Cumhuriyeti önce bölünüp, parçalanacak ve sonra da yok edilecektir. Bütün tezgah bunun üzerinedir. Olayın arkasındaki malum güç ABD'dir. Avrupa'daki AB'nin önde gelen ülkeleri, ABD'nin maşasıdır. Bundan şüphe duyulmamalı. Emperyalist sermaye amacına ulaşma konusundaki planını adım adım uygulamaktadır. Bunun için izlediği yöntem dolaylı olmuş, doğrudan olmuş hiç fark etmiyor. Hal böyle olunca da; AB'yi ilgilendiren; 'her ne pahasına olursa olsun', hedefe varmaktır. CENGİZ ÖNAL dan alıntıdır